Dünya' nın paylaşamadığı Ortadoğu

İnsanlığın bilinen en eski tarihinin yazıldığı bu coğrafyayı iyi tanımak, üzerine tarih boyunca kanlı savaşların hüküm sürdüğü bu toprakları kendi çapımızda yerinde görmek için yola çıkıyoruz.

9 günlük turumuzu 3 ülke (Suriye, Lüban, Ürdün), 5 büyük kent (Halep, Şam, Beyrut, Amman, Akabe) , Wadi Rum-Petra antik kenti ve bir çöl geçişi ile tamamlamak istiyoruz.

Sürekli tehdit altında yaşayan binlerce yıl medeniyetlere ev sahipliği yapmış, kavimlerin ortaya çıkıp yokolduğu bu sert coğrafyanın bize yansıyan yüzünü, Ümit Aktay, enfes fotoğraf tekniği ve yorumuyla bizlerle paylaşacak. Bu süreçte Olcay ve ben Ümit' e asistanlık yapmaktan gurur duyacağız.

Heyecanımıza ortak olabilmeniz için gezi boyunca her günün sonunda güncellenecek olan blogumuzu sağ alt köşedeki izle butonu yardımıyla mail adresinizi kaydederek izleyebilirsiniz.

Yorumlarınızla yol boyunca bizi yalnız bırakmayacağınız için şimdiden teşekkür ederiz.

Sıcak Haziran ikliminde sizler için kısa ve keyifli bir mola olması dileğiyle...


View Suriye-Lubnan-Urdun in a larger map

14 Haziran 2010 Pazartesi

İstanbul' un kız kuzeni Beyrut



Lazkiye'den sabah 05.00 te yola çıkıp Lübnan tarafına geçerek Beyrut'a ulaşmayı düşünüyoruz.
Hava sıcaklığının hava kararınca bile 40 derece civarında olduğunu söylemiş miydim.
Hal böyle olunca erkenden yola çıkıp yol almak akıllıca oluyor.

Tam gaz Lübnan sınırındayız. 100 km öncesi ile sonrası arasında insanından yapısına bu kadar mı değişiklik gösteriyor bu dünya. Bana ikisinden birer insan getirin size hangisi Lübnan' lı hangisi Suriye' li ayırayım :pHavasından suyundan herhalde.

Sınırdaki uzun tüfekli abilerin hepsi Polat Alemdar hayranı çıkıyor. Birimiz Memati oluyoruz diğerimiz Polat. (Bilin bakalım Memati kim).Olcay'ı Iskender yapalım dedik ama sonra vazgeçtik oralarda ziyan olmasın diye.

Türküz doğruyuz çalışkanız dedikçe pasaport sıralarından kolumuzdan çekerek diplomatik bölüme alarak ayrıcalık gösteriyorlar.Doğrusu gittiğimiz heryerde bu şekilde muamele görmek bizi mutlu ediyor. Sınır geçişleri ve işlemler en hızlı şekilde güleryüzle yapıldı.On kelimeyi geçmeyen arapçamızla çok güzel selam verip "selametle" diyerek vedalaşabiliyoruz :)

Sınır diğer yanında bizi bekleyen "Mercedes kenti" vardı. Böyle diyorum çünkü zengini fakiri herkesin bir Mercedesi vardı. Ama yeni ama çok çok eski herkes bunu tercih etmişti. Bütün insanların kentte tek bir marka üzerinde anlaşmış olduklarını düşündüm birden. Seviyorlar herhalde karışmadık biz :)(Yok efendim henüz Beyrut'a gelmedik. İki durak sonra)

Neredeyse her 3 km de bir karşılaştığımız kontrol noktalarında değişen tek şey uzun namlulu "AK47" yerini "M16" ya bırakıyordu.Kontrol noktaları tedirgin etmedi bizi.Bizim doğumuz gibi keşke olmasa ne güzel olur dünya.

Akdeniz' i sağımıza alıp temiz ve güzel bir otoyolda Beyrut' a doğru akıyoruz. Bizimle beraber lüks arabalar ve dahası hızlı Ferrariler Porcheler yarışırcasına pazar sabahının erken saatinde gazlıyorlar. İfadelerini almadan azad ediyoruz. Bizim benzin ihtiyacımız var duruyoruz ve 95 oktanı görünce şaşırıyoruz. Hayret vardı ve satılıyordu :)

Ve nihayet Manhattan' a dalıyoruz. Manhattan mı dedim ben yanlış olmuş Beyrut'a geldik. O kadar mı benzer sokaklar şehrin kokusu duruşu havası.

Ortada kimseyi göremiyoruz. Sonradan günlerden pazar olduğundan yola çıkarak uyuduklarını düşünüyoruz. Haklıyız uyuyor bütün şehir saat 08.00 olmuş kimse yok ortada.

Kahvaltı yapacak yer bulamıyoruz döne döne :) Bir tepside peynirli bir tatlıyı hamburger ekmeğine koyan bir cafe buluyoruz. Bu ne bizim künefe gibi peynirli tatlı derken ismini soruyoruz "kunefe" diyorlar :)) Hıııı peynir tatlısı heryerde künefe demekki :))
Ortalarda kimsenin olmaması şehri dolaşmamıza fırsat veriyor.

Dolaşırken zaman zaman kayboluyoruz şehrin en tehlikeli yerlerine geldik filan gibi düşünürken köşeyi dönüyoruz 20 kadar tankın olduğu bir büyük makinelinin üzerimize döndüğü kalabalık bir kontrol noktasına bodostan dalıyoruz. Hah şimdi tam süper oldu derken iri yarı Amerikan filmlerinden fırlamış 5 rambo üzerime geliyor "ne ayaksınız layn" hesabı.

Olcay ve Ümit uzaktabir kenara duruyorlar. Hö deseler gazı açacaklar ama kurtuluşu yok mermiden hızlı değiller :))

Ben adres sorar gibi yapıyorum kaynaşıyoruz fotoğraf çekebilir miyiz gibi bir gaflette bulunmadım. Yavaşça sıyrılıp şehrin o bölgesine bir daha uğramadık :p




İç savaşın yaşandığı yılların izleri şehrin duvarlarında olduğu gibi insanların yüzlerine bakışlarına da yansımış. Çok acı yaşanmış belliki herkes içine içine ağlamış.

Acıların üzerine yeni acılar eklememişler böyle bir gayretleri yok. Unutmak için ellerinden geleni yapıyor herkes. (Nolduğunu google bilir)

7 tepeli Istanbul' umuzun 7 tepeli kuzeni Beyrut'u biz çok çok çok çok çoooooookkk beğendik.
Burayı görmeden ölmeyin derler ya öyle bir şehir.

Motorla gelmeye gerek yok. Cuma uçağa binilir 2 gün kalınır pazar dönülür.
Ne iyi etmişim dersiniz. Neden daha önce gitmemişim dersiniz.



Dağı taşı evlerle yapılarla donatıp birbirine bu kadar güzel yakıştıran başka bir şehir daha yoktur herhalde. Bir köşesi İzmir kordon gibi diğer köşesi sanki Manhattan. Bir yanı Beyazit Meydanı bir yanı Taksim.




Arayıpta bulamayacağınız hiç bir şey yok. Hem en alasından.
Dünya kupası heyecanı heryeri sarmış. Herkesini takımı burada da var.
Abartmışlar restoranlar dev erkanlarla maç saatlerinde hizmet veriyor.
Garsonların her biri farklı ülkelerin formalarıyla hizmet ediyor.

Servis kağıtları kişinin isteiğine göre tuttuğu takımın forma renkleriyle geliyor filan.
Bu konuda yapılacak ne varsa yapmış medyacılar.

Burada da bizim fanlarımız var dünya kupasına katılamasak ta bayrağımızı evine,arabasına asan kendine forma yapanlar var.



Gece oluyor ve istemeyerekte olsa uykuya dalıyoruz. Başka zaman yine gelmek üzere.

Latakia- Eski koloni kenti.

Yüksek rakımlı Suriye kapısından girdikten sonra deniz seviyesine inene kadar virajlı çam ormanlarının içinden geçip Lazkiye' ye ulaştık. (Türkçe' si böyle midir bilemedim)

Kapıdan geçtikten hemen sonra bir başka ülkenin sınırları içinde olmanın verdiği "misafir olma" duygusu üzerimizde biraz tedirginlik yaratıyor. Sürerken daha tedirginiz :)

Efendim Latakia kutsal bilgi kaynağından edindiğimiz bilgilere dayanarak ağaç kokusuna sahip bir çeşit pipo tütünü olarak sevenleri tarafından tüketilen bir bitkiymiş. Bölgede bolca bulunduğundan dolayı şehir böyle anılıyor.




Koca ülke Şam' ıyla Haleb' iyle vakti zamanında bir Romalıların bir Türk' lerin eline geçtiği için içinde her cinsten insan evladını barındırır bir yapıya sahip. Mecusi, Arap, Yezidi, Hristiyan, Müslüman ne ararsanız bulabileceğiniz ama kimsenin kimseye ilişmediği güle oynaya aynı kaptan geçinip giden güzel bir liman kenti görüntüsü verdi bize.

Şehre varoş tarafından giriş yaptığımız için (Bilemedik öyle denk geldi) soluklanmak için durduğumuz köşedeki bakkal su ikram etti bize. (kapalı şişede)

Etrafımıza toplanan 5-6 küçük çocuk dünya karması gibiydiler. Belliki official forma alamamışlar. Birisi bordo ve maviden kendine Barcellona forması yapmış diğeri mavi beyazdan Arjantin çıkarmış kendine. Dünya kupası coşkusunun tüm kendi sardığını ve herkesin bir takım tuttuğunu ve hatta daha sonra takım maçı kazanınca elde bayraklarla şehirde tur atıldığını çok sonradan öğrenecektik.

Çocuklardan yeşil gözlü olan 8-10 yaşlarındaki kız çocuğu koltuğunun altındaki futbol topuyla bizimle sohbet etti. Ne biz onun dilini biliyorduk ne o bizim dilimizi . Ama nerden geldiğimiz nereye gittiğimizi motorları sevdiğini anlayabildik. Mahallede erkeklerle erkek gibi oynayan kız çocukları bi tek bize özel sanırdım :). Erkek gibi dedim ama gördüğün en güzel kız çocuklarından birisiydi. Gözlerinin içi gülüyordu. Çocuk olmak böyle bir şey herhalde.



Şehirde cami, kilise, havra iç içe her köşede hepsinden var. Zaman durmuş ve tüm şehir bir topun peşinden gider haldeydi. Balkonlarda camlarda arabalarında tuttukları takımın bayrakları dalgalanıyor. Herkesin üzerinde tuttuğu takımın forması var. Kupada biz yokuz ama bizim bayrağımızı buna rağmen asanlar göze çarpıyor ;)

Otel bulmak için biraz sağ sol yapıyoruz kendimizi Etiler' de hissedeceğimiz ortamın en piyasa caddesinde buluyoruz. Varşova paktı zamanından kalma bir otele yerleşip kendimizi sokağa atıyoruz. (Varoşva paktı' nı google bilir)

Gün ışığının son demlerini yakalayabildiğimiz şehrin içine, insanların arasına karışmak için acele ediyoruz. İlk girdiğimiz sokakta omuzunda "Keleş" asılı sert bakışlı abi nin yanından hızlıca sıyrılıp fotoğraf çekmeye yeltenmiyoruz bile. Sonradan anlayacağız ki bu turda sakıncalı bölgeler bizi kendine çekiyor :)


Yediğimiz içtiğimiz bizim olsun Suriye' nin tek liman kenti kendine iyi bakıyor. Hızla güzelleşiyor öyle görünüyor. Kendi haline bırakıp erkenden yola çıkacağımız için otelin yolunu tutuyoruz.

13 Haziran 2010 Pazar

Güneşin doğmadığı bir saatte uyanıp yola çıkıyoruz.

Tuz gölünde güneşin doğuşunu izliyoruz. Son yağışlarla biraz olsun su görmek güzel.


Pozantı yolundan Adana-Antakya ve nihayet Yayaladağ sınır kapısına ulaşıyoruz.
Bu kapıyı geçtikten sonra artık kendimizi evimizde hissettiğimiz gibi hissetmiyeceğiz.




20 Mayıs 2010 Perşembe

Yola çıkmadan bir gece önce son hazırlıkları yapıyoruz.
Geçmek bilmeyen günler nihayet bitti ve o gün geldi.
11 Haziran 2010 saat:14:30 Ataşehir' den 3 atli yola çıkıyoruz.
Güneşli ve sıcak bir havada Bolu' ya kadar otoban sürüşü yapıyoruz.
Ufukta sağanak görünüyor kenara çekip yağmurluklarımızı giyiyoruz.
Hareket eder etmez tepemizde çakan şimşeklerle kovayla su boşalıyor.
Kimin umrunda keyfimiz yerinde gazlıyoruz.
Ankara gölbaşında bizi bekleyen sevgili Erkut ve Fatih ile kısa bir çay molası.
Hava kararmak üzere. Tuz gölünü karanlıkta geçmek istemiyoruz. TŞOF-Kulu da güneş batarken konaklamaya karar verdik.
Sabah güneşini Tuz gölünün üzerinde görmek istiyoruz. Yarın güzel bir gün olacak :)